Sokağa çıkıyoruz. Tenimize soğuk çarpıyor. Banyoya giriyoruz. Yüzümüze su vuruyor. Dalgın yürüyoruz. Kulağımızı korna sesi tırmalıyor. Hep titriyoruz, irkiliyoruz. Titremek sanki kendine gelme eylemi. Beynin akılla yeniden buluşması.
Cuma akşamı depremle yerin altındaki hareketi htik. Kızılay Başkanı, “pamuk eller cebe” diye başlayınca yıllardır ödediğimiz “deprem vergisi”ni hatırladık. Şaşırmadık, “nereye gitti milyarlarca lira” diye soranlara, Boğaz’daki yalılarından yandaşlık yapanlar tepki gösteriyordu. Anlaşılmaz görünüyor ama titremek anlamanın ilk fiskesi gibi.
Sahi gerçekten bir “deprem vergisi” var mı? Yani, eski binaları onarmak ya da evi yıkılanlara el uzatmak için bir kumbarada para birikiyor mu? Yoksa “deprem vergisi” diye dilimize yapışan bir kandırmaca mı? Birileri, alın terimizin bir damlasına daha el koymak için depremi bahane mi ediyor?
Devletin sınıfsal tercihi
Bir zamanlar dünya meselelerini “o iş göründüğü gibi değil” diye anlatan aydınlar çoktu. “Altyapı, üstyapıyı belirler” diye başlayıp sözü ekonomiye getirirlerdi. Gözün karmaşık gördüğünü akıl berraklaştırırdı. Sosyal olayların ardındaki paylaşım kavgaları belirginleşirdi. Şimdi mumla arar olduk.
Ekonomi; sayılarla, “borsa düştü, dolar kalktı”larla anlaşılmazlaştırılıyor. Oysa ekonomi bir üretim ve nihayetinde ortaya çıkanı paylaşma hikâyesidir. Devlet de bu sürecin aktörüdür.
Yol yapar, okul açar, doktor ya da asker maaşı öder. Kamu adına harcama yapar. Bunun için ise tabii ki kaynak yaratır. En kritik gelir, vergilerdir. Bu nedenle devlet olmak ile vergi toplamak neredeyse akrandır. Gelişmiş devletlerin kurallı bir vergi düzeni vardır. Gelişmiş yurttaşlık düzeninde de vatandaş üniformalıya “hepsi benim vergilerim sayesinde” diye seslenir.
Verginin kimden toplandığı ise devletin karakterini gösterir. Temsilcisi olduğu sınıfın elini kadife eldivenle sıkan vergi düzeni, karşısında olduğu sınıfın ensesine vurarak ağzındakini alır.
Hepsi geçti dolaylı vergi kaldı
Dilimize dolanan “deprem vergisi” de aslında ardımızdaki parmak izinden başka bir şey değil.
26 Kasım 1999’da Resmi Gazete’de 4481 sayılı kanun yayımlanarak yürürlüğe girdi. Varlık sebebi, “17 Ağustos’ta ve 12 Kasım’da yaşanan depremin yol açtığı ekonomik kayıpları gidermek” olarak açıklanıyordu.
Görüntüde hepimiz hepimiz için olduk. 2. maddesinde gelirlere ek vergi getiriyordu. 6. ve 7. maddesinde servete, emlak ve taşıt ek vergileri uyguluyordu. 8. ve 9. maddede “özel iletişim ve özel işlem vergileri” ile “alo” diyene makbuz kesiyordu.
Aslında bir yandan herkese ek vergiler getirilirken bir yandan da yeni vergi türleri oluşturuluyordu. Sözde her şey deprem geçene kadardı. Çoğu da bitti. Ama kalıcı olan sıradan vatandaştan alınan dolaylı vergi oldu.
Deprem kumbarasının altı delikti. Bakanlığın açıklamasından öğrendik ki toplanan paralar genel bütçeye akıyor, “genel genel” harcanıyordu.
Depremle titreyen vatandaşa “deprem vergisi”nden kalan mısırın koçanıydı. Verdiği sayısız vergiye 20 yıl boyunca bir tane daha eklenmiş oldu.
Prada’ya az, tezeğe çok vergi
Masamın üstünde bir kitap duruyor. Geçen yıl bu zamanlarda çıktı. Ne zaman canımı sıkmak istesem açıp bakıyorum. Dr. Ozan Bingöl’ün “Vergi Sistemini Anlama Kılavuzu” hayatımıza giren vergileri, Ayşe Teyze’ye anlatır gibi anlatıyor. (Tekin Yayınları)
Kitaptan okuyorum. Asgari ücretli, maaşının yüzde 30-40’ını daha eline almadan kaybediyor. Ay sonunda ödediği vergiler, maaşının yüzde 42’si ediyor. Yani bir asgari ücretli 365 günün 128 günü vergi için çalışıyor. Vergiler öyle çok ki aylık 6 bin lira brüt maaş alan çalışanın eline ay başında ortalama 3 bin 900 lira veriliyor. Zam yılda bir kez, vergi dilimi artışı yılda 4 kez olabiliyor.
Bir cep telefonunun yüzde 41’i, bir litre benzinin yüzde 55’i vergi. 311 bin liraya satılan bir arabanın 211 bin lirası vergi.
Yattan, kotradan, gemiden elmastan, pırlantadan alınmayan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) doğalgazdan, benzinden alınıyor. Taksi plakası olan kişi otomobil için ÖTV ödemezken, limonatadan ya da tırnak törpüsünden ÖTV alınıyor. Hayatımıza 2002’de giren ÖTV’den sadece 12 yılda toplanan para ile 213 Osmangazi Köprüsü, 208 Avrasya Tüneli, 105 Yavuz Sultan Selim Köprüsü yapılabiliyor. Bu kadar vergiye rağmen vatandaşlar ancak akıl almaz paralarla geçebiliyor.
1500 liraya aldığınız bir televizyonda sadece TRT bandrolü için 165 lira ödeniyor. TRT bandrolünün vergisi de olduğu için “verginin vergisi” de üstüne geliyor.
Doğalgaz, elektrik, su... 50 liralık suya karışan 5 ayrı vergi ve harç nedeniyle, fatura 90 lira geliyor.
Prada marka ayakkabı alırken yüzde 8 olan KDV, tezek alınca yüzde 18’e çıkıyor.
5 şişe biranın 3 tanesi, paketteki 20 sigaranın 16 tanesi vergi olarak devlete ısmarlanıyor. Yüzlerce lira pasaport harcı veren vatandaş, yurtdışına çıkmak istediğinde 50 lira da “yurtdışına çıkış harcı” alınıyor.
Toplanan vergiler yandaşlara akıyor
Servetten alınan dışında, doğrudan vergiler kazançtan, dolaylı vergiler harcamalardan alınıyor. 100 liralık verginin 55 lirasının sadece ÖTV ve KDV’den toplanması durumu özetliyor. Türkiye’de vergi sistemi dolaylı vergilere dayanıyor. Bu da “çoktan az, azdan çok” verginin alındığı, vergi yükünün sıradan vatandaşın üstüne bindirildiği bir sistem doğuruyor. Son kertede seçimini zenginlerden yana kullanan hükümetler; bizi vergilerle dövüyor, seviyor, öpüyor.
Yalnız bu kadar mı?
Mesele “Kızılay’a 10 lira yardım” değil ki...
Son yıllarda hem halktan toplanan vergiler hem de kamu harcamaları birlikte artıyor. Elbette müteahhitlere dağıtılan ihaleler de, yandaş medyanın finanse edilmesi de, vergilerden toplanan paralarla sağlanıyor. İşte bu yüzden asla vergileri sormamızı, konuşmamızı, sorgulamamızı istemiyorlar. Depremin bile, sıradan vatandaşın cebinden para alınıp birilerine aktarılması için bahane kılındığını görmeyin, diyorlar. Hükümetlerin devleti yoksula karşı ekonomik zorbalık için kullanmasına itirazı kabul etmiyorlar. “Bu köprüyü ben yaptırdım ben neden geçemiyorum” diye sorulmasını fesatlık sayıyorlar. Maaştan, faturadan, fişten peşin vergi alan devletin; sadece AKP döneminde 10 kez çıkarılan afla büyük balıkları kaçırması görülmesin istiyorlar.